Justinianus: İmparatorluğu Yeniden Düşleyen Adam
Tarihin akışını değiştiren figürler genellikle büyük rüyalarla yola çıkarlar. 6. yüzyılın ortasında Doğu Roma İmparatorluğu’nun tahtında oturan I. Justinianus da tam olarak böyle bir liderdi. Batı Roma’nın yıkıntıları hâlâ tütüyorken, o, Konstantinopolis’ten Akdeniz’e bakıp tek bir hedefi düşünüyordu: Renovatio Imperii Romanorum – Roma İmparatorluğu’nun Yeniden Doğuşu. Bu, sadece kaybedilmiş toprakları geri almak değil, aynı zamanda Roma’nın hukukunu, ihtişamını ve ideal olarak tek bir Hristiyan inancını yeniden tesis etmek anlamına gelen devasa bir vizyondu. Bu vizyon, Justinianus’u Erken Orta Çağ’ın en dinamik, en üretken ama aynı zamanda en tartışmalı hükümdarlarından biri haline getirdi. Onun 38 yıllık saltanatı (527-565), hem imparatorluğun sınırlarını geçici olarak genişleten parlak askeri zaferlere hem de geleceğe
damgasını vuracak kalıcı eserlere sahne oldu. Ancak bu büyük hırsların bedeli de bir o kadar büyük olacaktı.
Justinianus’un Batı’yı yeniden fethetme projesinin saha komutanları, Belisarius ve Narses gibi dönemin en yetenekli generalleriydi. Onların liderliğindeki ordular, şaşırtıcı başarılar elde etti: Kuzey Afrika’daki Vandal Krallığı (533-534) ve İtalya’daki Ostrogot Krallığı (535-554) tarihe karıştı, İspanya’nın güney kıyıları ele geçirildi. Akdeniz yeniden bir “Roma Gölü” gibi görünmeye başlamıştı. Ancak bu zaferlerin parlaklığı, ardındaki ağır maliyeti gizleyemiyordu. Özellikle İtalya’da yirmi yıl süren Got Savaşları, yarımadayı öylesine tahrip etti ki, bölgenin ekonomik ve demografik olarak toparlanması yüzyıllar sürdü. Fethedilen toprakları elde tutmak için sürekli asker ve kaynak gerekiyordu ve bu durum, imparatorluğun doğu sınırlarını (özellikle güçlü Sasani İmparatorluğu’na karşı) savunmasız bırakma riskini taşıyordu.
Justinianus’un mirasının belki de kılıç darbelerinden daha kalıcı olan yönü, hukuk alanındaki devrimidir. Hukukçu Tribonianus’un başkanlığındaki bir komisyona, dağınık ve çelişkili Roma yasalarını derleme görevini verdi. Ortaya çıkan eser, “Corpus Juris Civilis” (Medeni Hukuk Derlemesi), insanlık tarihinin en etkili hukuk metinlerinden biridir. Bu külliyat, sadece Bizans hukukunun temelini atmakla kalmadı, aynı zamanda yüzyıllar sonra Batı Avrupa’da yeniden keşfedilerek modern hukuk sistemlerinin (Napolyon Kanunları dahil) entelektüel kaynağı oldu. Bu, Justinianus’un sadece bir fatih değil, aynı zamanda bir yasa koyucu ve sistem kurucu olduğunu gösteren en net kanıttır.
İmparatorun ihtişam arzusu, en somut ifadesini Konstantinopolis’in yeniden imarında buldu. 532’deki kanlı Nika Ayaklanması’nın (Hipodrom’da on binlerce kişinin katledildiği rivayet edilir) ardından şehri yeniden inşa etme fırsatını kullandı. Bu projelerin tacı ise şüphesiz Ayasofya’dır. Matematikçi Miletli İsidoros ve fizikçi Trallesli Anthemius tarafından tasarlanan ve sadece beş yılda tamamlanan bu yapı, mimari dehanın bir anıtıdır. O güne dek görülmemiş büyüklükteki merkezi kubbesi ve iç mekanın yarattığı uhrevi atmosfer, Bizans sanatının ve mühendisliğinin zirvesini temsil eder. Ayasofya, Justinianus’un hem Tanrı’ya hem de kendi imparatorluk gücüne sunduğu bir manifestoydu. Ancak bu ve diğer sayısız imar projesi (kaleler, su kemerleri, kiliseler), imparatorluk hazinesi üzerinde muazzam bir baskı oluşturuyor ve halkın vergi yükünü artırıyordu.
Justinianus, kendisini Tanrı’nın seçilmiş hükümdarı olarak görüyordu ve imparatorluğu sadece siyasi değil, dini olarak da birleştirmeyi hedefliyordu. Bu “Caesaropapism” anlayışı çerçevesinde, Hristiyanlık içindeki teolojik ayrılıkları (özellikle İsa’nın doğası hakkındaki Monofizit tartışmasını) ortadan kaldırmaya çalıştı. Ancak Ortodoks inancını dayatma çabaları, Mısır ve Suriye gibi Monofizitlerin yoğun olduğu zengin doğu eyaletlerini imparatorluk merkezinden daha da uzaklaştırdı. Bu bölgelerdeki hoşnutsuzluk, bir asır sonra Arap fetihleri sırasında Bizans’ın bu toprakları kaybetmesini kolaylaştıran faktörlerden biri olacaktı. Dini birlik arayışı, ironik bir şekilde, imparatorluğun uzun vadeli zayıflamasına katkıda bulundu.
Ve tüm bu büyük projeler, fetihler ve dini mücadeleler sürerken, 541 yılında imparatorluğun kalbine görünmez bir düşman sızdı: Veba. Tarihin ilk büyük veba pandemisi olan Justinianus Vebası, birkaç yıl içinde imparatorluk nüfusunun belki de üçte birini veya yarısını yok etti. Konstantinopolis’te günde binlerce insan ölüyordu. Bu demografik felaket, ekonomiyi çökertti, orduları zayıflattı ve Justinianus’un büyük restorasyon projesinin altındaki zemini kaydırdı. İmparatorluk, bu darbenin etkilerinden asla tam olarak kurtulamadı.
Justinianus öldüğünde (565), arkasında bıraktığı miras karmaşıktı. Bir yandan Akdeniz’de yeniden kurulan Roma hakimiyeti, kodifiye edilmiş bir hukuk sistemi ve Ayasofya gibi ölümsüz eserler vardı. Diğer yandan ise savaşlarla yıpranmış, vebayla kırılmış, ağır vergiler altında ezilen ve dini olarak bölünmüş bir imparatorluk bulunuyordu. “Büyük” sıfatı, onun hırsının ve başarılarının boyutunu yansıtırken, bu hırsın ödediği ağır bedeli de gizleyemez. Justinianus, şüphesiz Erken Orta Çağ’ın en etkili figürüydü; ancak onun hikayesi, büyük vizyonların parlaklığı kadar, o vizyonları gerçekleştirmenin getirdiği trajik maliyetleri de barındıran, derslerle dolu bir insanlık öyküsüdür